Friday, December 21, 2012

Friday, September 21, 2007

Değişiklik

Fark ettim ki, beni yazı yazmaktan alıkoyan en büyük sebep iki tane ayrı blog yazıyor olmam. Dolayısı ile bundan sonra hem Annenin Günlüğü yazılarımı hem de Annelik Günlüğü yazılarımı http://annelikgunlugu.blogspot.com'a post etmeye karar verdim.
Beklerim.

Monday, September 17, 2007

Friday, August 31, 2007

Kadınla erkeğin arasındaki fark

Annem 60 yaşında.

Bilmem kaçıncı omuruyla bilmem kaçıncı omurunun arasında kıkırdak kayması var. Senelerce çelik korse ile dolaştı. Ayrıca dizlerinde sıvı azalması, el bileklerinde de tenisçi hastalığı tabir edilen, doktoruna göre tenisçilerden çok ev kadınlarında rastlanan bir rahatsızlık var. Ağır taşımak, yere çömelip kalkmak, uzun yürüyüşler yapmak, ya da en basitinden arabaya binip arabadan inmek onun için işkence...

Kayınvalidem 61 yaşında.

Bir dizinden menisküs ameliyatı oldu. Geçen yaz geçirdiği siyatik siniri sıkışması neticesinde torununu kucağına alma zevkinden mahrum. Ameliyatlı dizine rağmen yerleri vileda ile silmeyi reddediyor, onun yerine oğularının voleybol oynarken taktıkları dizliklerle siliyor yerleri

Ben 32 yaşındayım.

Sol dizimdeki tuhaf sızlamanın, zaman zaman ağrının sebebi, diz kapağımın kaymış olması. "Hayat tarzınızda önemli bir değişiklik oldu mu son zamanlarda" diye sordu doktor. "Ne gibi" dedim. "Daha çok ağırlık kaldırmanız gerekiyor mu, düzenli spor yaparken birden yapmaz oldunuz mu mesala" dedi. "Ne sen sor ne den anlatayım, doktor" dedim. Netice itibarı ile artık dizimi uzun süre bükemiyorum, merdiven çıkmam, yokuş tırmanmam yasak.

Ben mi yanılıyorum yoksa hayat gerçekten de en çok kadınların bedenlerinde mi böylesi izler bırakıyor? Erkekler kel bir kafa, hadi bilemedin bir de göbekle bu işten sıyrılırken üstelik...

Bu değil mi aramızdaki en önemli fark, hepimizin zaman içerisinde edindiği bu ufak tefek arızalar herşeyi çok güzel anlatmıyor mu?

Tuesday, August 21, 2007

Adile Abla, yuvana geri dön




Büyük Türk kadın düşünürlerden biri olan annem "ev işi nankördür" der hep. Diğer bir büyük Türk kadın düşünürü olan Binnur ise "ev işi, içinde yaşanan bir evi içinde hiç kimse yaşamıyormuş gibi gösterme sanatıdır" diyerek olaya farklı bir bakış açısı getirmiştir.

Ben ise bu iki büyük düşünüre de hak vermekteyimdir. Ev işi çekilecek dert değildir. Hele ki, sizin binbir zahmet topladığınız evin en fazla yarım saat içinde dağılacağını; temiz pak ütüleyip giydirdiğiniz kıyafetlerin beş dakika içerisinde kim bilir hangi yemeğin lekeleri, hangi tozlu topraklı parkların izleriyle dolacağını bilmek, insanın ev işine karşı olan motivasyonunu ve sevgisini minimuma indirgemektedir.

İşin aslı, ben ev işini hiçbir zaman sevmedim. Ne evlenmeden önce annem benden-kırk yılda bir de olsa-odamı toplamamı rica ettiğinde, ne de evlendikten sonra iş başa düşünce...

Amerika'da yaşarken, orada gündelikçi kadın kavramı buradaki kadar yaygın olmadığından, mecburen temizlik, çamaşır, ütü, Allah ne verdiyse hepsini kendim yapıyordum. Vaktim dardı ama evim de küçüktü, bir salon bir yatak odası, bir banyodan ibaretti. Annemden gördüğüm üzere her yeri "şartlasam" da işim en fazla 3 saat içinde biterdi.

Buraya taşınınca, tabii, iş değişti. Bir kere ev daha büyüktü. Amerika'da "bizim komşu camın dışına çıkmış bir takım tuhaf hareketler yapıyor" diye 911'i ararlar korkusuyla, cam falan silmezken, burada sırf sosyal (yani anne-kayınvalide) baskısı/dırdırı yüzünden camları silmek gerekmekteydi, bir de Nazlı'ya hamile kalmamın akabinde evde yapılan tadilatın pisliğini tek başıma bertaraf edemeyeceğim gerçeği ile karşılaşınca, bir yardımcıya ihtiyacım olduğunu kabul etmem gerekti. Ve Adile Abla hayatımıza işte böyle girdi.

Benim gibi hayatına başkalarını sokma konusunda direnç gösteren birisi için Adile Abla'yı hayatımızın doğal bir parçası haline getirmek hiç de kolay olmadı. Bir kere, benim "aman da benim düzenim" takıntım o zaman da had safhadaydı. Ve Adile Abla, oldukça nev-i şahsına münhasırdı.

İlk zamanlarda kendisine neden saat tam 9'da gelmesi gerektiğini anlatmam çok zor oldu. Ben sabah yürüyüşüme o saatte çıkıyordum çünkü, 5 dakika önce veya sonra benim için çok fark ederdi. Ayrıca ben öğlen yemeğini saat 2'den önce muhakkak yemiş olmalıydım, onun ise eli o kadar ağır o kadar ağırdı ki, benim istediğim saate kadar daha işe hazırlık safhasını anca bitirmiş olduğundan, kendini yemek yemeğe hazır hissetmiyordu. Nazlı doğduktan sonra ise bu düzen olayı iyice karman çorman bir hal aldı ki, ne siz sorun, ne ben anlatayım. Netice de Adile Abla bana uyum sağladı, ben de biraz ona...

Adile Abla'nın hastalık hastası olması gerçeğini kabullenmem ise daha uzun bir zaman aldı. Kendisi aynı zamanda hem guatr hastası, hem alerjik astım; hem syatiği var, hem kronik bronşiti; belinde disk kayması var, midesi rahatsız, böbrekleri ve karaciğeri kim bilir ne alemde... Bu civarda gitmediği hastane, görmediği doktor, yaptırmadığı test yok. Hergün aldığı ilaçlarla küçük bir eczane açılır. Ve en kötüsü, karşısında kim olursa olsun, hastalıklarını anlatmaya bayılır.

Zamanla, ben Adile Abla'nın hastalıklarını dinlemeye alıştım ve de "Adile Abla bunlar sakın psikolojik olmasın, yorgunluktan kaynaklanmasın" dememeyi öğrendim. Tüm bu hastalıkların 25 senelik evliliklerinin ilk zamanlarında ona fiziksel ve ruhen işkence eden bir kocanın, ona hayatı dar etmiş bir kaynananın, her Allah'ın günü saatlerce çalışmasına rağmen elindeki yegane birikimle kocasının kendisine araba almış olmasının, bir kaza sonucu kasığına saplanan, yumurtalıklarını parçalayıp onu ömür boyu çocuksuz bırakan bir kurşunun duygusal neticesi olduğuna yürekten inansam da, o ne zaman hastalıklarından bahsetmeye başlasa "vah vah, yazık sana Adile Ablam" demeye alıştım.

O da, aklı fikri o kimdir, bu nedir, terördür, savaştır, gibi konularda olan benim, sırf Tunceli'li Alevi bir Zaza olduğu için, kendisine defalarca sorduğum "neden Adile Abla, nasıl Adile Abla, terörden nasıl kaçtınız Adile Abla, Türkçe'yi ne zaman öğrendin Adile Abla" tarzı sorularıma sabırla cevap vermeye alıştı.

Gelin görün ki, ben onun her sene bir aylığına kocasının memleketi Erzincan'a tatile gitmesine bir türlü alışamadım.

Hayatıma bir yabancıyı nasıl sokarım derken, Adile Abla o kadar elim ayağım oldu ki, o ne zaman gitse, ben sudan çıkmış balığa döndüm.

O yüzden kendisine buradan açık bir çağrı yapıyor ve yukarıdaki şarkıyı ona ithaf ediyorum. Adile Abla, sensiz olmuyor, bu ev senin yardımın olmadan kontrol altına alınamıyor, bu Nihan sensiz Hakan'ın-Nazlı'nın çamaşırına yetişemiyor. Yuvana geri dön Adile Abla, hem de hemen...

Friday, August 17, 2007

Yaşasın patlıcan, yaşasın közmatik ve yaşasın Antep yemekleri

Çocukken (sadece çocukken mi?) her sevdiğim şeye tutkuyla bağlandığım gibi, patlıcana da çok büyük bir tutkuyla bağlanmıştım.


Yemek yeme konusunda çok çok "nazlı" bir çocuk olduğum halde, patlıcana asla hayır demedim. İçinde patlıcan olan herşeyi ama herşeyi-kızartmasından, oturtmasına-itirazsız yedim.

Ama patlıcanın en çok közlenmiş halini sevdim. 2 yaşımdan 5 yaşıma kadar, babamın işi dolayısı ile ikamet ettiğimiz, hayatımın silik de olsa ilk hatıralarının sahnesi olan Denizli'de közlenmiş patlıcanla yapılan envayi çeşit yemeğin kokusu hala burnumda. O inanılmaz kokuyu ne İstanbul'a taşındıktan sonra annemin közlediği patlıcanlarda, ne de evlendikten sonra kendi yaptıklarımda bulabildim.


Denizli'nin patlıcanlarına has bir kokuydu belki aradığım ama sanırım asıl sebep, Ankara'dan Denizli'ye taşındığımızda sudan çıkmış balığa dönen anneme kol kanat geren Mürrüvet Teyze'nin patlıcanlarını o kocaman mutfağındaki şöminede, odun ateşinde közlemesiydi. İstanbul'a taşınana kadar bütün mutfakların o kadar kocaman olduğunu ve hepsinde bir şömine bulunduğunu zanneden ben, önce İstanbul'daki mutfağımızın küçüklüğünden ve şöminesizliğinden dolayı hayal kırıklığına uğradım, sonra da Denizli'de sadece güzel kokulu patlıcanları değil, uzun bir müddet "asıl evimiz orası bizim" diye direndiğim evimizi, ve hasretinden oyuncak bebeğime adını verdiğim arkadaşım Banu'yu da bıraktığımızı anlamamdan dolayı...


Zaman geçti, Denizli ile ilgili hatırlarım iyice silikleşti (gerçi seneler sonra gittiğimde bile evimizin yerini elimle koymuş gibi hatırladım), Mürrüvet Teyze yaşlandı, Banu ile ben aynı üniversiteye giderek yeniden bir araya geldik, ben evlendim, Amerika'ya yerleştik, geri döndüm, kızım oldu, Banu evlendi, birbirimizi aramaz olduk... Ama benim patlıcana tutkum baki kaldı.



İşte bu yüzden közmatik denen, bence en nano-teknolojik üründen bile daha mucizevi olan, Türklerin aklının ne yönde çalıştığının en büyük kanıtı bu aleti bulunca, altın bulmuş gibi sevindim. Patlıcanları teker teker közlemekten, közleme esnasında batan ocağı temizlemekten beni kurtaran bu mucizevi alet...




Görseniz beni, közmatiğime kavuştuğumdan beri, elimde közmatik, önüme ne çıkarsa közlüyorum. Tabii en çok patlıcan, büyük aşkım patlıcan...


Ne yapıyorsun bu kadar çok közlenmiş patlıcanı diyecek olursanız, giriyorum Aintab Sofrası'na, seçiyorum bir tane patlıcan yemeği, ve yiyoruz akşama afiyetle. Her seferinde Aintab Sofrası'nın yaratıcısı Naile Hanım'a teşekkür ederek, "Allah'ım beni niye Antep'te yaratmadın" diye sitem ederek, ve Hakan'a "aşkım emekli olunca Antep'e yerleşelim, n'olur, n'olur" diyerek... Dün akşam yemeğimiz bu güzellikti mesala.


Ben ne kadar patlıcan aşığıysam, kendisi de o kadar patlıcan düşmanı olan canım Hakan ise, her zaman olduğu gibi, benim bu çılgın tutkuma da boyun eğiyor.

E, ben de onu bu yüzden seviyorum zaten.

Wednesday, August 15, 2007

Ne kadar zamandır yaz(a)mıyorum bloguma. Ama sanmayın ki yazmak istemedim. Aslında kafamda bir sürü yazı yazdım yazmasına da, bir türlü kelimelere dökemedim bu yazıları.

Mesala canım arkadaşım Aslı'nın Türkiye'ye gelmesi ve 2 sene sonra nihayet görüşmemizle alakalı bir yazı yazdım kafamda.

Sonra, mezun olduğum okulda ilk defa mecburiyetten değil de zevk olsun diye geçirdiğim ve de çok da iyi ettiğim yaz dönemi boyunca edindiğim izlenimlerle alakalı bir yazı yazdım. Gençlerin nasıl da-hala-ne istediklerini bilmez bir halde oradan oraya sürüklenmelerine çok şaşırdığımı, nedendir bilinmez benden sonraki jenerasyonların daha bilinçli, daha kararlı, daha hayattan ne istediklerini bilen çocuklar olacağına dair inancımın nasıl da yerle bir olduğunu anlattım yazımda. Bir de bu duruma çok üzüldüğümü ve de büyümükte olan bir kız çocuğu annesi olarak, kızım da onlar gibi olursa diye nasıl da endişelendiğimi...

Sonra hayatın aslında pamuk ipliğinin ta kendisi olduğuyla alakalı bir yazı yazdım. Siz birşeyler için çabalar, birşeyler uğruna gözyaşı dökerken, biri çıkıyor karşınıza ve Nazlımın deyimiyle "hop diye" kafanızdaki sorulara cevap oluyor, ne yapayım derken, "şunu yap" diyor, hem de içinizi güvenle doldurarak. Daha önce hiç tanımadığınız, muhtemelen bir daha hiç görmeyeceğiniz, hayatınızın sadece ve sadece 6 haftasını beraber geçirdiğiniz bir insan... "Allah'ım bana gönder" diye dua ettiğim ak sakallı bilge dedenin kadın suretine bürünmüş hali olarak hayatıma giriyor ve de çıkıyor ama arkasında ne istediğini nihayet bilen bir Nihan bırakıyor.

Tabii ki "Türkiye ne olur çöl olmasın" diye bir yazı da yazdım. Hatırlıyorum çocukken gazetede okumuştum, Türkiye şu şu zamanda çöl olacak diye... O zamandan beri korkulu rüyam olan susuzluk işte gerçekleşiyor dedim. Bu bizim hatamız dedim, çocuklarımıza çiçeksiz, ağaçsız bir Türkiye bırakıyoruz, dedim. Ben şimdi bu durumda nasıl ikinci bir bebek yaparım, dedim.

Ben tam bunları derken, Melih Gökçek konuştu, işi siyaset bilimi olan birisi olarak, blogumda olsun siyasetten uzak kalma kararımı bozarak "nasıl yani" diye bir yazı yazdım. Artık Melih Gökçek'i hep bir kova içerisinde yıkanıp, üstünden dökülen sularla çiçek sularken hayal edeceğimi anlattım. Ankara'dan uzak bir Ankaralı olarak, Ankara'daki duruma üzüldüm ama tüm bunlara rağmen bir siyaset mucizesi olan Melih Gökçek'i de yine de takdir ettim. Herşeye rağmen bu kadar destek takdir edilmez de ne yapılır diye sordum.

Sonra tabii seçimler geldi geçti, bu konuda yazmama kararımı korudum ama şunu da merak etmeden geçemedim, biz neden bu kadar yaftacı bir milletiz?

Tüm bu yazıları kafamda yazarken, bir yandan da doktorama geri döndüm, son defa ve kesin olarak, konu değiştirme, bölüm değiştirme ve hatta okul değiştirme gibi fikirleri "hop diye" kafamdan atarak. Niye bu kadar zorlandım, neden bu kadar uzun sürdü, bilemedim.

Günlerim deste deste makale okuyarak geçiyor şu an, bir de şu ana kadar yazdıklarımın üzerinden geçerek.

Sonra dünyanın en atletik olmayan spor severi olarak, bir senedir ara verdiğim spora yeniden başladım.

Kuzum iyi, artık çişini tuvalete yapıyor, yoğurt ve sebze çorbası içiyor. Çok çok ama çok çok konuşuyor.

Hayat işte böyle devam ediyor...