Friday, May 11, 2007

Çok şıkıldım

Kızımın deyimiyle, çok şıkıldım:

- Herşeyi sadece kendisinin en iyi yaptığını zanneden, başkaları neyi nasıl yapıyor hiç ilgilenmeyen;

- Birşeyin nasıl olması gerektiğine önceden karar verip, nasıl olsa öyle olacak diye varsayan, başkalarının muhtemel isteklerini, fikirlerini, dileklerini göz önünde bulundurmayı aklına bile getirmeyen;

-Sadece kendi doğru bildiğini okuyan, kendi doğru bildiğinden başkasını söyleyeni dinlemeye bile lüzum görmeyen insanlarla uğraşmaktan, hatta bazen onlara göre hayatımı düzenlemek zorunda kalmaktan çok ama çok sıkıldım.

Böyle hissetmemin bir sebebi var elbette, şimdilik bende saklı kalmasını istediğim, ama en azından bu kadarını buraya yazmak istedim, belki beni duyan birilerini bulurum diye...

Wednesday, May 9, 2007

Yemek, yemek, yemek-çilek, çilek, çilek...

Yemek yemeyi cüssemden beklenmeyecek derecede çok severim ve cüssemden beklenmeyecek derecede de çok yemek yiyebilirim (o kadar ki, beni 13 senedir tanıyan kocam bile dehşete kapılır). Canımın istediği pekçok şeyi kendim yaparım. Amacım kendimi övmek değil. Tam tersine kısa zaman öncesine kadar yemek yapma ile teması yumurta kırmak, birkaç kere makarna yapmak, birkaç çeşit uyduruk tavuk yemeği pişirmek ve İngiltere'de master yaparken ölmemek için Allah ne verdiyse tencereye koyup en azından çiğnenebilecek bir hale getirmekten ileri gitmemiş bir şahıs olarak, kaydettiğim ilerlemenin altını çizmek için belirtiyorum bunu.

Yemek yapma konusunda kısa zamanda böylesi kayda değer bir ilerleme kaydetmemde, evlenir evlenmez Austin, Texas'a yerleşmemin çok önemli bir katkısı oldu kuşkusuz. Canımız mantı, dolma, revani, börek-çörek çektikçe, açardım annemin bana hediye ettiği, şimdi yazarının adını anımsayamadığım sarı yemek kitabını, ne istiyorsak elimden geldiğince yapmaya çalışırdım. Zamanla elim alıştı, sonra da hoşuma gitmeye başladıkça, keyifle ve istekle yapar oldum yemek.

Türkiye'ye döndükten sonra da, yemeklerini ayrı kalınca sevmeye başladığım Texas mutfağının yanısıra, Türkiye'de layıkıyla olanından yemek için küçük çapta bir servet dökmek zorunda olduğunuz (ama Texas'dayken öğrenci bütçemizle bile alasını ve de en otantiğini yiyebildiğimiz) İtalyan, Çin ve Hint yemeklerine merak saldım. Sağolsun bloglar ve yemek kitapları, şimdi de canımız çektiğinde, özlediğimizde ve Nazlı Hanım müsade ettikçe, bu mutfaklardan değişik yemekler yapmaya gayret ediyorum.

Yani özetle, yemek yapmak benim için zevk aldığım bir uğraş ve hayatımdaki pekçok şey gibi yaptığım değişik yemekleri de blogumda, beni okuyanlarla paylaşmak istiyorum, istiyorum da...

Ben yemek yaparken ve de yemeği yaptıktan hemen sonra mutfağım bir savaş alanı halinde oluyor.

Nazlı uyurken, o uyanıkken kesinlikle yapamadığım şeyleri yapmayı tercih ettiğimden, yemekleri genelde Nazlı uyanıkken yapıyorum.

E, dolayısı ile benimle 24 saat oyun oynamak isteyen Nazlı'nın şiddetli protestolarına maruz kalıyorum.

Bir yandan yemek yapayım, bir yandan Nazlı'yı eğleyeyim, bir yandan mutfağı toplayayım, bir yandan da diğer ev işlerine yetişeyim derken, bende yaptıklarımın fotoğrafını çekecek, tarifleri düzenleyecek, fotoğrafları bloga yükleyecek hal kalmıyor.

Ve de en önemlisi ortalıkta bu kadar güzel yemek blogu varken, benim yapacağım hariçten gazel okumak olacakmış gibi geliyor bana.

Bu kadar lafı, size az sonra vereceğim 2 adet çilekli tatlı tarifini görünce "bu da nereden çıktı şimdi" demeyin diye ettim.

Aşağıdaki tarifleri özellikle paylaşmak istedim çünkü şimdi çileğin tam mevsimi, çilekler misler gibi kokuyor (ve ben ne zaman pazara çıksam o muhteşem kokuyu duyunca en az bir kilo alıyorum), etrafta bu kadar çok ve böylesine güzel çilek varken değerlendirmek lazım ve bu tarifler cidden çok kolay. Çocuğu olup vakti olmayanlara, vakti olup yemek yapmayı bilmeyenlere birebir.

Efendim birinci tarifimiz kendisi halihazırda Costa Rica'da bir kafe sahibi olan canım arkadaşım Özlem'in gıyaben tanıdığım arkadaşı Cenk'ten. Tarifin orjinalini, bakmaya doyamayacağınız resimler eşliğinde kendisinin blogunda bulabilirsiniz, dolayısı ile ben tarifi buraya baştan yazmıyorum.

İkinci tarif ise canım annemden:



Malzemeler (malzemelerin azlığından tarifin ne kadar kolay olduğunu anlayın)

Bir kase (kasenin büyüklüğü size kalmış ama bence mesala çok büyük olmayan bir komposto kasesi yeter) çilek

Aynı boyutta bir kase un

Aynı boyutta bir kase şeker

3 adet yumurta (oda sıcaklığında)

Bir paket kabartma tozu

1 çay bardağı çiğ krema

Yapılışı

Çilekleri yıkayın, suyunu süzdürüp, kurumalarını bekleyin, sonra küçük küçük doğrayın.

Fırınınızı 175 dereceye ayarlayın, çok büyük olmayan cam bir fırın kabını yağlayın.

Yumurtaları şekerle birlikte iyice yoğun bir kıvam alıncaya kadar çırpın.

Ayrı bir kapta unu kabartma tozu ile karıştırın, yumurta ve şeker karışımına ilave edin.

Karışımın tamamını fırın kabınıza dökün, üzerine çilekleri her yere eşit dağılacak şekilde serpiştirin.

30-45 dk. üzeri kızarıncaya kadar fırınlayın (içi bildiğimiz kekler gibi sertleşmiyor, daha çok sufle kıvamında oluyor).

Fırından çıkar çıkmaz üzerine kremayı dökün.

Yemeden önce an az 30 dk. soğumasını bekleyin.

Hem Cenk'in tatlısını (kendisinin de belirttiği üzere) hem de anneminkini başka meyvalarla da yapabilirsiniz. Mesala annem kendi tatlısını Nazlış yeni doğduğunda gelen misafirlere şeftaliyle yapmıştı, neredeyse bütün tepsiyi ben yemiştim.

Her iki tatlının da yanında Carte D'or'un benim gibi dondurma sevmeyen bir insanı bile müptela eden vanilyalı dondurmasını yemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Afiyet olsun...


Saturday, May 5, 2007

Bir evin annesi olmak, kendini ifade etmek, kendi ayakları üzerinde durmak

Birkaç ay önce Rosanna Arquette'in hazırladığı Hollywood'daki kadın oyuncuların karşılaştıkları zorlukları anlatan bir belgesel olan "Searching for Debra Winger" isimli belgeseli seyrettim. Rosanna Arquette, çok gelecek vaadeden, Oscar'a aday gösterilmiş, en az Oscar kadar önemli pek çok ödül almış bir oyuncu olan Debra Winger'ın, 90'ların ortasından sonra neden ortadan kaybolduğunu merak ediyor ve öğreniyor ki, Debra Winger film piyasasından elini ayağını çekip, eviyle ve çocuklarıyla uğraşmaya karar vermiş. Kendisi de ev-çocuk-kariyer üçgeninde bir denge kurma konusunda binbir zorlukla karşılaşan Arquette, bu konuyu irdelemeye karar veriyor ve görüyor ki, bir sürü yetenekli, çok başarılı, hatta çok tanınmış kadın oyuncu -mesala Sharon Stone-aynı zorluklarla karşılaşmış ve hepsi de kendince bir denge tutturmuş.

Beni en çok etkileyen örnek, Robin Wright-Penn, Sean Penn'in karısı, ki ben kendisini çok beğenirim, kocasına demiş ki, "sen çok iyi bir oyuncusun, ben de öyleyim; ancak ilgilenilmesi gereken bir evimiz ve bakılması gereken çocuklarımız var; o zaman ben yılın 9 ayı tam zamanlı anne olayım ama müsade et, 3 ay film yapayım, bu süre zarfında da sen tam zamanlı baba ol". Gel gör ki bu dengeyi kurmak ve devam ettirmek Robin Wright-Penn için hiç de kolay olmamış. Yılın 9 ayı, çok yoğun çalışan ve ona bu yüzden ona çok da destek veremeyen bir koca ile evli olması nedeniyle çocuklarını neredeyse tek başına büyütüyor olmanın yanı sıra, çok parlak bir kariyeri de, benim deyimimle, rölantiye almış. Üstüne üstlük bir de kendisine gelen çok cazip bir sürü teklifi reddetmek ve daha sonra başkalarının önce kendisine teklif edilmiş rollerle başarıdan başarıya koşmasını izlemek zorunda kalmış. Ama yine de "şikayet etmiyorum, bu benim seçimim, çünkü büyütülmesi gereken çocuklarım var ve onları oradan oraya sürükleyemem" diyor. Ama senede bir film de olsa yapmak zorunda hissediyor kendini çünkü kendi deyimiyle "bu onun kendini ifade etme şekli".

Geçen gün yazdığım bir yazıya Binnur'un bıraktığı yorumu ve benim yazdığım yazıya, onun da dediği gibi, çok paralel olan kendi yazısını okuyunca aklıma geldi bu belgesel ve Robin Wright-Penn. Binnur yazısında Robin Wright-Penn'in kendini ifade etme ve senede 3 ay da olsa çalışma isteğine, çok şahane bir şekilde, kadınların içlerinde büyüttükleri "kendini ifade etme ve kendi ayakları üzerinde durma" çiçekleri adını vermiş. Ve evlenip, çoluk çocuğa karışıp, bir evin annesi olduktan sonra da bu çiçeklerin nasıl da solmadığından, nasıl da sürekli açılıp saçılmak istediklerinden bahsetmiş.

Tüm bunları düşünür ve kendi yazımda da anlatmaya çalıştığım gibi, neden hem evimin annesi olayım hem de bir yandan onu da, şunu da bunu da yapayım, diye kendimi ümitsizce paraladığımı merak ederken, fark ettim ki, bir evin annesi olan tüm kadınların kaderi bu. Yani evlenip, çocuk doğurup, bir evin annesi olmak; kendini ifade etmek ve kendi ayakları üzerinde durmak arasında hassas, kurulması, korunması zor bir denge tutturmaya çalışmak. Ve bu durum evde kalıp evi ve çocuğu ile ilgilenmeyi seçenlerimiz için de, evin dışında bir yerlerde çalışanlarımız için de aynı. Dengenin ibresi bazılarımızda bir yöne, bazılarımız da ise diğer yöne doğru ağır basıyor; buna kimi zaman kişisel nedenler, kimi zaman mecburiyetler neden oluyor; ama netice aynı: kadınsanız, evinizin annesi olmak, kendinizi ifade etmek ve kendi ayaklarınız üzerinde durmak arasında bir denge kurmak zorundasınız.

Seneler önce, evlenmek ve çocuk sahibi olmak henüz bir hayal iken, bir arkadaşıma "ben çocuklarım için kariyerimi rölantiye alırım, kendimi böyle daha iyi hissederim" demiştim. Yani taa o zamanlar, ki o sırada henüz üniversitede idim ve kariyer derken neden bahsettiğimi bile bilmiyordum, içimde bir yerlerde, evlenip çocuğum olunca, ağırlığı evimin annesi olmaya vereceğimi biliyordum. Hatta galiba sırf rölantiye alınması mümkün olan bir kariyer olsun diye doktora yapmayı seçtim, evlendikten sonra çocuğum olana kadar, çocuğum olunca herşey hazır olsun, bir de dersle, sınavla ilgilenmek zorunda kalmayayım, evde oturup tezimi yazayım, hem de o sırada bebeğime bakayım diye, herkesin en az 3 senede bitirdiği işi ben 2 senede bitirdim. Canımı dişime taktım, soluk soluğa, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden çalıştım bunu yapabilmek için.

Bebeğim olduktan sonra sandım ki herşey çok kolay olacak. Çok kısa bir süre içerisinde fark ettim ki, benim içimdeki kendini ifade etme ve kendi ayakları üzerinde durma çiçekleri solmamak için, hatta daha da çok açmak için çırpınıp duruyorlar. Bir yandan onları besleyeyim, bir yandan da kızımı derken, kendimi inanılmaz derecede yıpratıcı olan bir çıkmazda buldum. Hem sadece kızımla, evimle ilgileneyim istedim (çünkü daha fazlasına hemen cesaret edemedim, güç de bulamadım kendimde), hem de bunca zamandır büyüttüğüm çiçeklerimi soldurmaktan çok ama çok korktum.

Şimdi kızım neredeyse 2.5 yaşında. Ben kendimi ifade etmeme yardımcı olabilecek ne varsa ona saldırma halindeyim. Senelerce hiç üzerine gitmediğim ilgi alanlarımı ortaya çıkarıp, onları geliştireyim diye, bu yaştan sonra gece gündüz mesai yapıyorum. Çok yoruluyorum. Bedenen ve ruhen. Sürekli birşeyler için çabalamak mahvediyor beni. Tabii bir de kendi ayaklarım üzerinde durmamı sağlayacak doktora tezim var ki, ona daha sıra gelemedi bile. Bu kadar şeyin arasına onu nasıl sıkıştıracağımı düşünmekle meşgulüm şu an.

Peki neden bu kadar uğraşıyorum, neden bu kadar uğraşıyoruz hepimiz? Mutlu olmak için tabii ki. Günün sonunda "ben de bugün şunu yaptım" diyebilmek için, kendi kişiliğimizi koruyabilmek ama bir yandan da başka bir insanın büyümesine aracı olmak, hayat arkadaşlarımızla huzurlu bir hayatı paylaşabilmek için. Çünkü, ne yazık ki mi yoksa ne mutlu ki mi desem karar veremedim, yuvayı gerçekten de dişi kuş yapıyor ama bu kuş bir yandan da kendine ait bir hayatı da olsun istiyor.

Evli ama henüz anne olmamış o yüzden de "bir evin annesi" kategorisine koymadığım bir arkadaşım bana ben işimi gücümü bırakıp da kızıma bakmaya karar verdim diye "sen de başarılı mısın, hırslı mısın, anlamadım" demişti. Yani benim bunca emek verdiğim, hasbel kader başarılı da olduğum herşeyi silip bir evin annesi olmayı seçmemi anlamadığını ve benim bunca çabama, senelerce bu kadar çok çalışmama rağmen, sonunda başarısız olduğumu ima etmiş, "nereye gitti o senin meşhur hırsın" demeye getirmişti.

Ben ise arkadaşıma senelerce bu bulunduğum noktaya gelebilmek için o kadar çok çalıştığımı, kurduğum dengeyi koruyabilmek için hala aynı hırs ve istekle çalışmaya devam ettiğimi, benim için asıl başarının bu dengenin bozulmaması demek olduğunu söyleyemedim. Henüz anlamayacağını bildiğimden.

Umarım herkes kendi hayatında, kendi seçimlerinde, kendi kurduğu dengesinde mutlu olur. Bu mutluluğu elde etmek de sürdürmek de hiç kolay değil çünkü. Zaman zaman vazgeçmek, herşeyi bırakıp gitmek istiyor insan. O zaman da iş inşallah anlayışlı ve size destek çıkmaktan gocunmayan hayat arkadaşınıza düşüyor.

Wednesday, May 2, 2007

Bu da gelir bu da geçer

Son günlerde herşey çok karışık ya, hem bende hem de her yerde. Ben de sürekli bu şarkıyı söylüyorum ve de dinliyorum, hatta bir de yoga yapıyorum. İyi geliyor, tek başıma cumartesi umduğum kadar iyi gitmedi ama bu şarkı ve yoga iyi geliyor.


Oturdum bir ağacın altında
Buda gibi bağdaş kurdum
Kapattım gözlerimi
Açtım kalbimi
Bir uzadım
Bir kısaldım
Boşverdim dünya hallerini

Oturdum bir ağacın altında
Buda gibi bağdaş kurdum
Susturdum içimdeki bütün sesleri
Bir yerdeyim
Bir gökteyim
Boşverdim dünya hallerini
Bu da gelir
Bu da geçer
Bu da gelir
Bu da geçer

Artık ne para pul
Ne iş güç
Ne İstanbul ne Avrupa halleri
Trafik mrafikAşk meşk geç
Bunları geç
Hiç dert etme
Asıl güç kendi içinde
Her gün başka biçimde
Ne IMF ne ABD
Ne YTL
Ne A B C D E F

Bu da gelir
Bu da geçer
Bu da gelir
Bu da geçer