Friday, September 21, 2007
Değişiklik
Beklerim.
Monday, September 17, 2007
Friday, August 31, 2007
Kadınla erkeğin arasındaki fark
Bilmem kaçıncı omuruyla bilmem kaçıncı omurunun arasında kıkırdak kayması var. Senelerce çelik korse ile dolaştı. Ayrıca dizlerinde sıvı azalması, el bileklerinde de tenisçi hastalığı tabir edilen, doktoruna göre tenisçilerden çok ev kadınlarında rastlanan bir rahatsızlık var. Ağır taşımak, yere çömelip kalkmak, uzun yürüyüşler yapmak, ya da en basitinden arabaya binip arabadan inmek onun için işkence...
Kayınvalidem 61 yaşında.
Bir dizinden menisküs ameliyatı oldu. Geçen yaz geçirdiği siyatik siniri sıkışması neticesinde torununu kucağına alma zevkinden mahrum. Ameliyatlı dizine rağmen yerleri vileda ile silmeyi reddediyor, onun yerine oğularının voleybol oynarken taktıkları dizliklerle siliyor yerleri
Ben 32 yaşındayım.
Sol dizimdeki tuhaf sızlamanın, zaman zaman ağrının sebebi, diz kapağımın kaymış olması. "Hayat tarzınızda önemli bir değişiklik oldu mu son zamanlarda" diye sordu doktor. "Ne gibi" dedim. "Daha çok ağırlık kaldırmanız gerekiyor mu, düzenli spor yaparken birden yapmaz oldunuz mu mesala" dedi. "Ne sen sor ne den anlatayım, doktor" dedim. Netice itibarı ile artık dizimi uzun süre bükemiyorum, merdiven çıkmam, yokuş tırmanmam yasak.
Ben mi yanılıyorum yoksa hayat gerçekten de en çok kadınların bedenlerinde mi böylesi izler bırakıyor? Erkekler kel bir kafa, hadi bilemedin bir de göbekle bu işten sıyrılırken üstelik...
Bu değil mi aramızdaki en önemli fark, hepimizin zaman içerisinde edindiği bu ufak tefek arızalar herşeyi çok güzel anlatmıyor mu?
Tuesday, August 21, 2007
Adile Abla, yuvana geri dön
Büyük Türk kadın düşünürlerden biri olan annem "ev işi nankördür" der hep. Diğer bir büyük Türk kadın düşünürü olan Binnur ise "ev işi, içinde yaşanan bir evi içinde hiç kimse yaşamıyormuş gibi gösterme sanatıdır" diyerek olaya farklı bir bakış açısı getirmiştir.
Ben ise bu iki büyük düşünüre de hak vermekteyimdir. Ev işi çekilecek dert değildir. Hele ki, sizin binbir zahmet topladığınız evin en fazla yarım saat içinde dağılacağını; temiz pak ütüleyip giydirdiğiniz kıyafetlerin beş dakika içerisinde kim bilir hangi yemeğin lekeleri, hangi tozlu topraklı parkların izleriyle dolacağını bilmek, insanın ev işine karşı olan motivasyonunu ve sevgisini minimuma indirgemektedir.
İşin aslı, ben ev işini hiçbir zaman sevmedim. Ne evlenmeden önce annem benden-kırk yılda bir de olsa-odamı toplamamı rica ettiğinde, ne de evlendikten sonra iş başa düşünce...
Amerika'da yaşarken, orada gündelikçi kadın kavramı buradaki kadar yaygın olmadığından, mecburen temizlik, çamaşır, ütü, Allah ne verdiyse hepsini kendim yapıyordum. Vaktim dardı ama evim de küçüktü, bir salon bir yatak odası, bir banyodan ibaretti. Annemden gördüğüm üzere her yeri "şartlasam" da işim en fazla 3 saat içinde biterdi.
Buraya taşınınca, tabii, iş değişti. Bir kere ev daha büyüktü. Amerika'da "bizim komşu camın dışına çıkmış bir takım tuhaf hareketler yapıyor" diye 911'i ararlar korkusuyla, cam falan silmezken, burada sırf sosyal (yani anne-kayınvalide) baskısı/dırdırı yüzünden camları silmek gerekmekteydi, bir de Nazlı'ya hamile kalmamın akabinde evde yapılan tadilatın pisliğini tek başıma bertaraf edemeyeceğim gerçeği ile karşılaşınca, bir yardımcıya ihtiyacım olduğunu kabul etmem gerekti. Ve Adile Abla hayatımıza işte böyle girdi.
Benim gibi hayatına başkalarını sokma konusunda direnç gösteren birisi için Adile Abla'yı hayatımızın doğal bir parçası haline getirmek hiç de kolay olmadı. Bir kere, benim "aman da benim düzenim" takıntım o zaman da had safhadaydı. Ve Adile Abla, oldukça nev-i şahsına münhasırdı.
İlk zamanlarda kendisine neden saat tam 9'da gelmesi gerektiğini anlatmam çok zor oldu. Ben sabah yürüyüşüme o saatte çıkıyordum çünkü, 5 dakika önce veya sonra benim için çok fark ederdi. Ayrıca ben öğlen yemeğini saat 2'den önce muhakkak yemiş olmalıydım, onun ise eli o kadar ağır o kadar ağırdı ki, benim istediğim saate kadar daha işe hazırlık safhasını anca bitirmiş olduğundan, kendini yemek yemeğe hazır hissetmiyordu. Nazlı doğduktan sonra ise bu düzen olayı iyice karman çorman bir hal aldı ki, ne siz sorun, ne ben anlatayım. Netice de Adile Abla bana uyum sağladı, ben de biraz ona...
Adile Abla'nın hastalık hastası olması gerçeğini kabullenmem ise daha uzun bir zaman aldı. Kendisi aynı zamanda hem guatr hastası, hem alerjik astım; hem syatiği var, hem kronik bronşiti; belinde disk kayması var, midesi rahatsız, böbrekleri ve karaciğeri kim bilir ne alemde... Bu civarda gitmediği hastane, görmediği doktor, yaptırmadığı test yok. Hergün aldığı ilaçlarla küçük bir eczane açılır. Ve en kötüsü, karşısında kim olursa olsun, hastalıklarını anlatmaya bayılır.
Zamanla, ben Adile Abla'nın hastalıklarını dinlemeye alıştım ve de "Adile Abla bunlar sakın psikolojik olmasın, yorgunluktan kaynaklanmasın" dememeyi öğrendim. Tüm bu hastalıkların 25 senelik evliliklerinin ilk zamanlarında ona fiziksel ve ruhen işkence eden bir kocanın, ona hayatı dar etmiş bir kaynananın, her Allah'ın günü saatlerce çalışmasına rağmen elindeki yegane birikimle kocasının kendisine araba almış olmasının, bir kaza sonucu kasığına saplanan, yumurtalıklarını parçalayıp onu ömür boyu çocuksuz bırakan bir kurşunun duygusal neticesi olduğuna yürekten inansam da, o ne zaman hastalıklarından bahsetmeye başlasa "vah vah, yazık sana Adile Ablam" demeye alıştım.
O da, aklı fikri o kimdir, bu nedir, terördür, savaştır, gibi konularda olan benim, sırf Tunceli'li Alevi bir Zaza olduğu için, kendisine defalarca sorduğum "neden Adile Abla, nasıl Adile Abla, terörden nasıl kaçtınız Adile Abla, Türkçe'yi ne zaman öğrendin Adile Abla" tarzı sorularıma sabırla cevap vermeye alıştı.
Gelin görün ki, ben onun her sene bir aylığına kocasının memleketi Erzincan'a tatile gitmesine bir türlü alışamadım.
Hayatıma bir yabancıyı nasıl sokarım derken, Adile Abla o kadar elim ayağım oldu ki, o ne zaman gitse, ben sudan çıkmış balığa döndüm.
O yüzden kendisine buradan açık bir çağrı yapıyor ve yukarıdaki şarkıyı ona ithaf ediyorum. Adile Abla, sensiz olmuyor, bu ev senin yardımın olmadan kontrol altına alınamıyor, bu Nihan sensiz Hakan'ın-Nazlı'nın çamaşırına yetişemiyor. Yuvana geri dön Adile Abla, hem de hemen...
Friday, August 17, 2007
Yaşasın patlıcan, yaşasın közmatik ve yaşasın Antep yemekleri
Yemek yeme konusunda çok çok "nazlı" bir çocuk olduğum halde, patlıcana asla hayır demedim. İçinde patlıcan olan herşeyi ama herşeyi-kızartmasından, oturtmasına-itirazsız yedim.
Ama patlıcanın en çok közlenmiş halini sevdim. 2 yaşımdan 5 yaşıma kadar, babamın işi dolayısı ile ikamet ettiğimiz, hayatımın silik de olsa ilk hatıralarının sahnesi olan Denizli'de közlenmiş patlıcanla yapılan envayi çeşit yemeğin kokusu hala burnumda. O inanılmaz kokuyu ne İstanbul'a taşındıktan sonra annemin közlediği patlıcanlarda, ne de evlendikten sonra kendi yaptıklarımda bulabildim.
Denizli'nin patlıcanlarına has bir kokuydu belki aradığım ama sanırım asıl sebep, Ankara'dan Denizli'ye taşındığımızda sudan çıkmış balığa dönen anneme kol kanat geren Mürrüvet Teyze'nin patlıcanlarını o kocaman mutfağındaki şöminede, odun ateşinde közlemesiydi. İstanbul'a taşınana kadar bütün mutfakların o kadar kocaman olduğunu ve hepsinde bir şömine bulunduğunu zanneden ben, önce İstanbul'daki mutfağımızın küçüklüğünden ve şöminesizliğinden dolayı hayal kırıklığına uğradım, sonra da Denizli'de sadece güzel kokulu patlıcanları değil, uzun bir müddet "asıl evimiz orası bizim" diye direndiğim evimizi, ve hasretinden oyuncak bebeğime adını verdiğim arkadaşım Banu'yu da bıraktığımızı anlamamdan dolayı...
Zaman geçti, Denizli ile ilgili hatırlarım iyice silikleşti (gerçi seneler sonra gittiğimde bile evimizin yerini elimle koymuş gibi hatırladım), Mürrüvet Teyze yaşlandı, Banu ile ben aynı üniversiteye giderek yeniden bir araya geldik, ben evlendim, Amerika'ya yerleştik, geri döndüm, kızım oldu, Banu evlendi, birbirimizi aramaz olduk... Ama benim patlıcana tutkum baki kaldı.
Görseniz beni, közmatiğime kavuştuğumdan beri, elimde közmatik, önüme ne çıkarsa közlüyorum. Tabii en çok patlıcan, büyük aşkım patlıcan...
Ne yapıyorsun bu kadar çok közlenmiş patlıcanı diyecek olursanız, giriyorum Aintab Sofrası'na, seçiyorum bir tane patlıcan yemeği, ve yiyoruz akşama afiyetle. Her seferinde Aintab Sofrası'nın yaratıcısı Naile Hanım'a teşekkür ederek, "Allah'ım beni niye Antep'te yaratmadın" diye sitem ederek, ve Hakan'a "aşkım emekli olunca Antep'e yerleşelim, n'olur, n'olur" diyerek... Dün akşam yemeğimiz bu güzellikti mesala.
Ben ne kadar patlıcan aşığıysam, kendisi de o kadar patlıcan düşmanı olan canım Hakan ise, her zaman olduğu gibi, benim bu çılgın tutkuma da boyun eğiyor.
E, ben de onu bu yüzden seviyorum zaten.
Wednesday, August 15, 2007
Mesala canım arkadaşım Aslı'nın Türkiye'ye gelmesi ve 2 sene sonra nihayet görüşmemizle alakalı bir yazı yazdım kafamda.
Sonra, mezun olduğum okulda ilk defa mecburiyetten değil de zevk olsun diye geçirdiğim ve de çok da iyi ettiğim yaz dönemi boyunca edindiğim izlenimlerle alakalı bir yazı yazdım. Gençlerin nasıl da-hala-ne istediklerini bilmez bir halde oradan oraya sürüklenmelerine çok şaşırdığımı, nedendir bilinmez benden sonraki jenerasyonların daha bilinçli, daha kararlı, daha hayattan ne istediklerini bilen çocuklar olacağına dair inancımın nasıl da yerle bir olduğunu anlattım yazımda. Bir de bu duruma çok üzüldüğümü ve de büyümükte olan bir kız çocuğu annesi olarak, kızım da onlar gibi olursa diye nasıl da endişelendiğimi...
Sonra hayatın aslında pamuk ipliğinin ta kendisi olduğuyla alakalı bir yazı yazdım. Siz birşeyler için çabalar, birşeyler uğruna gözyaşı dökerken, biri çıkıyor karşınıza ve Nazlımın deyimiyle "hop diye" kafanızdaki sorulara cevap oluyor, ne yapayım derken, "şunu yap" diyor, hem de içinizi güvenle doldurarak. Daha önce hiç tanımadığınız, muhtemelen bir daha hiç görmeyeceğiniz, hayatınızın sadece ve sadece 6 haftasını beraber geçirdiğiniz bir insan... "Allah'ım bana gönder" diye dua ettiğim ak sakallı bilge dedenin kadın suretine bürünmüş hali olarak hayatıma giriyor ve de çıkıyor ama arkasında ne istediğini nihayet bilen bir Nihan bırakıyor.
Tabii ki "Türkiye ne olur çöl olmasın" diye bir yazı da yazdım. Hatırlıyorum çocukken gazetede okumuştum, Türkiye şu şu zamanda çöl olacak diye... O zamandan beri korkulu rüyam olan susuzluk işte gerçekleşiyor dedim. Bu bizim hatamız dedim, çocuklarımıza çiçeksiz, ağaçsız bir Türkiye bırakıyoruz, dedim. Ben şimdi bu durumda nasıl ikinci bir bebek yaparım, dedim.
Ben tam bunları derken, Melih Gökçek konuştu, işi siyaset bilimi olan birisi olarak, blogumda olsun siyasetten uzak kalma kararımı bozarak "nasıl yani" diye bir yazı yazdım. Artık Melih Gökçek'i hep bir kova içerisinde yıkanıp, üstünden dökülen sularla çiçek sularken hayal edeceğimi anlattım. Ankara'dan uzak bir Ankaralı olarak, Ankara'daki duruma üzüldüm ama tüm bunlara rağmen bir siyaset mucizesi olan Melih Gökçek'i de yine de takdir ettim. Herşeye rağmen bu kadar destek takdir edilmez de ne yapılır diye sordum.
Sonra tabii seçimler geldi geçti, bu konuda yazmama kararımı korudum ama şunu da merak etmeden geçemedim, biz neden bu kadar yaftacı bir milletiz?
Tüm bu yazıları kafamda yazarken, bir yandan da doktorama geri döndüm, son defa ve kesin olarak, konu değiştirme, bölüm değiştirme ve hatta okul değiştirme gibi fikirleri "hop diye" kafamdan atarak. Niye bu kadar zorlandım, neden bu kadar uzun sürdü, bilemedim.
Günlerim deste deste makale okuyarak geçiyor şu an, bir de şu ana kadar yazdıklarımın üzerinden geçerek.
Sonra dünyanın en atletik olmayan spor severi olarak, bir senedir ara verdiğim spora yeniden başladım.
Kuzum iyi, artık çişini tuvalete yapıyor, yoğurt ve sebze çorbası içiyor. Çok çok ama çok çok konuşuyor.
Hayat işte böyle devam ediyor...
Friday, July 20, 2007
Blogger tatili
Aslı biliyor, geçen hafta minik bir tatil yapmak istedik, haftadan biraz çalıp haftasonunu biraz uzatıp Almanların "langes Wochenende" dedikleri türden. Gittiğimiz yer İstanbul'a yakın olsun istiyorduk, hemen Aslı'ya akıl danıştım, sağolsun bana uzun uzun gidebileceğimiz yerleri anlattı.
Bikinilerimden çok sıkılmıştım, kıyafet alışverişi yapmayı, çeşit çeşit giyinmeyi çok seven ama kıyafete asla çok para harcamayan bir insan olarak, bir avuç bikiniye servet dökme niyetinde de değildim. Aslıberry bilmiyor, onun şu yazısını okuyunca, hemen en yakın "T-box"çuya gittim. Bir bikinin yarı fiyatına 2 adet bikini ve bir adet bikini üstüne giyilen ne denir bilemediğim şeylerden kaptım geldim.
Tatilimiz kısaydı, ben denize girip bir daha çıkmayayım istiyordum, yani denizin kumlu değil taşlı, sıcak değil soğuk ve de dalgasız dümdüz olması gerekiyordu, bütçemiz belliydi, gideceğimiz yer çocuklara uygun olmalıydı, Denizanası'nın bu yazısını görünce, istikamet Gümüldür oldu. Kendisi biliyor da olabilir bilmiyor da, aynı sürelerde orada bulunduk, beni görmüş olması kuvvetle muhtemel.
Özetle, diyeceğim o ki, bloggerın tatili bir başka oluyor, blog arkadaşları ona "yardım" deyince hemen elini uzatıyor, hiç aklına gelmeyen şeyler aklına geliyor, hiç bilmediği yerlere gidiyor, hepsi de blog arkadaşları sayesinde oluyor.
Not 1: Tatil güzeldi, vallahi ellerim buruşana kadar denizde kaldım, öylesine muhteşemdi deniz, Nazlı da kolluklarıyla ördek yavruları gibi peşimden geldi, tatil köyünün ortasındaki kocaman "trombel"de (yani trombolin) zıp zıp zıpladı, yemeklerden pek haz etmedi, kendine bir sevgili buldu (damadın adı Atay), ben de kendime bir arkadaş buldum, 75 yaşındaydı kendisi, bir sürü arkadaş dediğim insandan daha iyi anlaştık kendisiyle, bol bol okudum ben yine, Sula diye bir kitap okudum, tavsiye ederim, kitap Birinci Dünya Savaşı'nda sonraki zenci Amerikası ile alakalı ama ben kendi adıma bir kadın olarak çok önemli mesajlar çıkardım kadın/anne/birey olmaya dair, İzmir'e de gittik, ben İzmir'de yaşamak istiyorum, kesin karar verdim, dönüş yolu ise tam bir kabustu. Resim derseniz, yok, ben resim çekme görevini Hakan'a devrettim, sonuç işte ortada.
Not 2: Yukarıdaki şarkı da neyin nesi derseniz, hani bir tartışma var ya son zamanlar da, yok bakkal müziği, yok çakkal müziği diye, ben de tartışmaya kendi çapımda katılayım dedim. Gerçekten de şarkıların bazıları dayanılmaz, hep aynı melodiler, hep aynı sözler, ne dersiniz adına bilemiyorum, bakkal müziği, çakkal müziği ama gerçekten dinlenecek gibi değil. Ama yukarıdaki şarkıyı çok seviyorum, Göksel'i çok seviyorum zaten, demek istiyorum ki, süpermarket müziği yapmak için illaki de elektrik-eletronik mühendisi olmak gerekmiyor.
Tuesday, July 10, 2007
Son sardunyalar
Güldüğüm ama çok çok güldüğüm bir zaman vardı.
Hiçbir derdim, tasam olmadan yaşadığım.
Hayatı eğlence olarak gördüğüm.
Çok da eğlendiğim.
Kısacası genç olduğum, çocuk olduğum.
Herkes gibi.
Bu çocukluk, bu gençlik tam olarak ne zaman biter.
Sınırsız gülmeler hangi dakika, hangi saniye yerini endişelere, sorumluluklara bırakmaya başlar.
Hiçbir şeyin eski tadı kalmadı artık duygusu insanın içine tam olarak ne zaman yerleşir.
Pek azımız fark edebiliriz bunu.
Birgün bir bakarız, artık büyümüşüzdür, hayat aslında bayram değildir, en sıkı sarıldığımız arkadaşların yerinde yeller esiyordur, yerlerini belki de başkaları almıştır, eskileri gibi olmasa da, hiçbir şey ama hiçbir şey eskisi gibi olmasa da... Hayat devam etmektedir.
Ne zaman, nasıl büyüdüğümüzü fark edemediğimizden belki de, çok koymaz çoğumuza gençliğimizi, çocukluğumuzu, kayıtsız şartsız kahkahalarımızı yitirmek... Yeni hayatımızı kabulleniriz, zaman zaman eskiyi ararız, özleriz ama bir şekilde yenin de tadını çıkarmasını öğreniriz.
Eğer ne zaman ve nasıl büyüdüğümüzü fark etmediysek, eğer gençliğin hayal aleminden, hayatın gerçeklerine geçiş kendini hissettirmemişse...
Ama eğer hissettirirse.
Yani bir gece hayal aleminde yatıp, bir sabah hayatın gerçeklerine uyanırsanız.
Uyandığınızda artık eskisi gibi gülmenizin, hayata eskisi gibi toz pembe gözlüklerle bakmanızın mümkün olmadığını fark ederseniz...
Benim çocukluğum, benim gençliğim, benim kayıtsız şartsız kahkahalarım şehir içinde son sürat giden, arabasının kontrolünü kaybedip karşı şeritte, hiçbir şeyden habersiz evine gitmeye çalışan Elifim'in kafasına uçan bir araba sayesinde son buldu, ya da zaten son bulmuştu da ben o zaman herşeyin farkına vardım.
Elif gittiğinden beri, bu şekilde gittiğinden beri, hiçbir şey aynı değil sanki, hala çok gülsem de çok konuşsam da, birşey hep eksik...
Kahkahalarımın, bitmez tükenmez hikayelerimin gözlerinin içi gülen ortağı eksik...
Kalbinin iyiliği yüzüne yansımış canım arkadaşım eksik.
Sen gittin gideli Elif, seni düşünmeden bir günüm geçmedi.
Önceleri daha çok, şimdi daha az, önceleri ağlayarak, şimdi hafiften içim sızlayarak.
Evlendim, kızım oldu, kızımın adını Elif koymak istedim, sana kızımı anlatmak istedim, acaba kızımı sever miydin çok merak ettim, her gününü beraber geçirdiğimiz son yaz tatilinden sonra kendi hayatlarımıza dalar da birbirimizi ihmal eder miydik, yoksa study'de, manzarada, bizim evde, benim seni zorla uyandırıp sınava soktuğum zaman olduğu gibi o gülen halimizle mi kalırdık kendi kendime hep sordum. Sen gidince o günler de öyle dondu kaldı, hayatımın o dönemi öyle dondu kaldı, kabul etmesi çok zor oldu benim için.
Nereden çıktı şimdi tüm bunlar kızım ya mı diyorsun bana.
Yaşasaydın, 31 yaşına basacaktın ya, 25 Haziran doğumgününündü ya, oradan çıktı. Unuttum mu sandın, hiç unutmadım, bana gel dedin rüyamda, gelemedim, yapamadım ama doğumgününü hep kutladım.
Doğumgünün kutlu olsun canım arkadaşım.
Not: OHY iyi, kızımın adı Nazlı.
Sunday, June 17, 2007
Babalar günü yazısı
Saturday, June 9, 2007
Monday, June 4, 2007
Sunday, June 3, 2007
Secret

Friday, May 11, 2007
Çok şıkıldım
- Herşeyi sadece kendisinin en iyi yaptığını zanneden, başkaları neyi nasıl yapıyor hiç ilgilenmeyen;
- Birşeyin nasıl olması gerektiğine önceden karar verip, nasıl olsa öyle olacak diye varsayan, başkalarının muhtemel isteklerini, fikirlerini, dileklerini göz önünde bulundurmayı aklına bile getirmeyen;
-Sadece kendi doğru bildiğini okuyan, kendi doğru bildiğinden başkasını söyleyeni dinlemeye bile lüzum görmeyen insanlarla uğraşmaktan, hatta bazen onlara göre hayatımı düzenlemek zorunda kalmaktan çok ama çok sıkıldım.
Böyle hissetmemin bir sebebi var elbette, şimdilik bende saklı kalmasını istediğim, ama en azından bu kadarını buraya yazmak istedim, belki beni duyan birilerini bulurum diye...
Wednesday, May 9, 2007
Yemek, yemek, yemek-çilek, çilek, çilek...
Yemek yapma konusunda kısa zamanda böylesi kayda değer bir ilerleme kaydetmemde, evlenir evlenmez Austin, Texas'a yerleşmemin çok önemli bir katkısı oldu kuşkusuz. Canımız mantı, dolma, revani, börek-çörek çektikçe, açardım annemin bana hediye ettiği, şimdi yazarının adını anımsayamadığım sarı yemek kitabını, ne istiyorsak elimden geldiğince yapmaya çalışırdım. Zamanla elim alıştı, sonra da hoşuma gitmeye başladıkça, keyifle ve istekle yapar oldum yemek.
Türkiye'ye döndükten sonra da, yemeklerini ayrı kalınca sevmeye başladığım Texas mutfağının yanısıra, Türkiye'de layıkıyla olanından yemek için küçük çapta bir servet dökmek zorunda olduğunuz (ama Texas'dayken öğrenci bütçemizle bile alasını ve de en otantiğini yiyebildiğimiz) İtalyan, Çin ve Hint yemeklerine merak saldım. Sağolsun bloglar ve yemek kitapları, şimdi de canımız çektiğinde, özlediğimizde ve Nazlı Hanım müsade ettikçe, bu mutfaklardan değişik yemekler yapmaya gayret ediyorum.
Yani özetle, yemek yapmak benim için zevk aldığım bir uğraş ve hayatımdaki pekçok şey gibi yaptığım değişik yemekleri de blogumda, beni okuyanlarla paylaşmak istiyorum, istiyorum da...
Ben yemek yaparken ve de yemeği yaptıktan hemen sonra mutfağım bir savaş alanı halinde oluyor.
Nazlı uyurken, o uyanıkken kesinlikle yapamadığım şeyleri yapmayı tercih ettiğimden, yemekleri genelde Nazlı uyanıkken yapıyorum.
E, dolayısı ile benimle 24 saat oyun oynamak isteyen Nazlı'nın şiddetli protestolarına maruz kalıyorum.
Bir yandan yemek yapayım, bir yandan Nazlı'yı eğleyeyim, bir yandan mutfağı toplayayım, bir yandan da diğer ev işlerine yetişeyim derken, bende yaptıklarımın fotoğrafını çekecek, tarifleri düzenleyecek, fotoğrafları bloga yükleyecek hal kalmıyor.
Ve de en önemlisi ortalıkta bu kadar güzel yemek blogu varken, benim yapacağım hariçten gazel okumak olacakmış gibi geliyor bana.
Bu kadar lafı, size az sonra vereceğim 2 adet çilekli tatlı tarifini görünce "bu da nereden çıktı şimdi" demeyin diye ettim.
Aşağıdaki tarifleri özellikle paylaşmak istedim çünkü şimdi çileğin tam mevsimi, çilekler misler gibi kokuyor (ve ben ne zaman pazara çıksam o muhteşem kokuyu duyunca en az bir kilo alıyorum), etrafta bu kadar çok ve böylesine güzel çilek varken değerlendirmek lazım ve bu tarifler cidden çok kolay. Çocuğu olup vakti olmayanlara, vakti olup yemek yapmayı bilmeyenlere birebir.
Efendim birinci tarifimiz kendisi halihazırda Costa Rica'da bir kafe sahibi olan canım arkadaşım Özlem'in gıyaben tanıdığım arkadaşı Cenk'ten. Tarifin orjinalini, bakmaya doyamayacağınız resimler eşliğinde kendisinin blogunda bulabilirsiniz, dolayısı ile ben tarifi buraya baştan yazmıyorum.
İkinci tarif ise canım annemden:
Malzemeler (malzemelerin azlığından tarifin ne kadar kolay olduğunu anlayın)
Bir kase (kasenin büyüklüğü size kalmış ama bence mesala çok büyük olmayan bir komposto kasesi yeter) çilek
Aynı boyutta bir kase un
Aynı boyutta bir kase şeker
3 adet yumurta (oda sıcaklığında)
Bir paket kabartma tozu
1 çay bardağı çiğ krema
Yapılışı
Çilekleri yıkayın, suyunu süzdürüp, kurumalarını bekleyin, sonra küçük küçük doğrayın.
Fırınınızı 175 dereceye ayarlayın, çok büyük olmayan cam bir fırın kabını yağlayın.
Yumurtaları şekerle birlikte iyice yoğun bir kıvam alıncaya kadar çırpın.
Ayrı bir kapta unu kabartma tozu ile karıştırın, yumurta ve şeker karışımına ilave edin.
Karışımın tamamını fırın kabınıza dökün, üzerine çilekleri her yere eşit dağılacak şekilde serpiştirin.
30-45 dk. üzeri kızarıncaya kadar fırınlayın (içi bildiğimiz kekler gibi sertleşmiyor, daha çok sufle kıvamında oluyor).
Fırından çıkar çıkmaz üzerine kremayı dökün.
Yemeden önce an az 30 dk. soğumasını bekleyin.
Hem Cenk'in tatlısını (kendisinin de belirttiği üzere) hem de anneminkini başka meyvalarla da yapabilirsiniz. Mesala annem kendi tatlısını Nazlış yeni doğduğunda gelen misafirlere şeftaliyle yapmıştı, neredeyse bütün tepsiyi ben yemiştim.
Her iki tatlının da yanında Carte D'or'un benim gibi dondurma sevmeyen bir insanı bile müptela eden vanilyalı dondurmasını yemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Afiyet olsun...
Saturday, May 5, 2007
Bir evin annesi olmak, kendini ifade etmek, kendi ayakları üzerinde durmak

Beni en çok etkileyen örnek, Robin Wright-Penn, Sean Penn'in karısı, ki ben kendisini çok beğenirim, kocasına demiş ki, "sen çok iyi bir oyuncusun, ben de öyleyim; ancak ilgilenilmesi gereken bir evimiz ve bakılması gereken çocuklarımız var; o zaman ben yılın 9 ayı tam zamanlı anne olayım ama müsade et, 3 ay film yapayım, bu süre zarfında da sen tam zamanlı baba ol". Gel gör ki bu dengeyi kurmak ve devam ettirmek Robin Wright-Penn için hiç de kolay olmamış. Yılın 9 ayı, çok yoğun çalışan ve ona bu yüzden ona çok da destek veremeyen bir koca ile evli olması nedeniyle çocuklarını neredeyse tek başına büyütüyor olmanın yanı sıra, çok parlak bir kariyeri de, benim deyimimle, rölantiye almış. Üstüne üstlük bir de kendisine gelen çok cazip bir sürü teklifi reddetmek ve daha sonra başkalarının önce kendisine teklif edilmiş rollerle başarıdan başarıya koşmasını izlemek zorunda kalmış. Ama yine de "şikayet etmiyorum, bu benim seçimim, çünkü büyütülmesi gereken çocuklarım var ve onları oradan oraya sürükleyemem" diyor. Ama senede bir film de olsa yapmak zorunda hissediyor kendini çünkü kendi deyimiyle "bu onun kendini ifade etme şekli".
Geçen gün yazdığım bir yazıya Binnur'un bıraktığı yorumu ve benim yazdığım yazıya, onun da dediği gibi, çok paralel olan kendi yazısını okuyunca aklıma geldi bu belgesel ve Robin Wright-Penn. Binnur yazısında Robin Wright-Penn'in kendini ifade etme ve senede 3 ay da olsa çalışma isteğine, çok şahane bir şekilde, kadınların içlerinde büyüttükleri "kendini ifade etme ve kendi ayakları üzerinde durma" çiçekleri adını vermiş. Ve evlenip, çoluk çocuğa karışıp, bir evin annesi olduktan sonra da bu çiçeklerin nasıl da solmadığından, nasıl da sürekli açılıp saçılmak istediklerinden bahsetmiş.
Tüm bunları düşünür ve kendi yazımda da anlatmaya çalıştığım gibi, neden hem evimin annesi olayım hem de bir yandan onu da, şunu da bunu da yapayım, diye kendimi ümitsizce paraladığımı merak ederken, fark ettim ki, bir evin annesi olan tüm kadınların kaderi bu. Yani evlenip, çocuk doğurup, bir evin annesi olmak; kendini ifade etmek ve kendi ayakları üzerinde durmak arasında hassas, kurulması, korunması zor bir denge tutturmaya çalışmak. Ve bu durum evde kalıp evi ve çocuğu ile ilgilenmeyi seçenlerimiz için de, evin dışında bir yerlerde çalışanlarımız için de aynı. Dengenin ibresi bazılarımızda bir yöne, bazılarımız da ise diğer yöne doğru ağır basıyor; buna kimi zaman kişisel nedenler, kimi zaman mecburiyetler neden oluyor; ama netice aynı: kadınsanız, evinizin annesi olmak, kendinizi ifade etmek ve kendi ayaklarınız üzerinde durmak arasında bir denge kurmak zorundasınız.
Seneler önce, evlenmek ve çocuk sahibi olmak henüz bir hayal iken, bir arkadaşıma "ben çocuklarım için kariyerimi rölantiye alırım, kendimi böyle daha iyi hissederim" demiştim. Yani taa o zamanlar, ki o sırada henüz üniversitede idim ve kariyer derken neden bahsettiğimi bile bilmiyordum, içimde bir yerlerde, evlenip çocuğum olunca, ağırlığı evimin annesi olmaya vereceğimi biliyordum. Hatta galiba sırf rölantiye alınması mümkün olan bir kariyer olsun diye doktora yapmayı seçtim, evlendikten sonra çocuğum olana kadar, çocuğum olunca herşey hazır olsun, bir de dersle, sınavla ilgilenmek zorunda kalmayayım, evde oturup tezimi yazayım, hem de o sırada bebeğime bakayım diye, herkesin en az 3 senede bitirdiği işi ben 2 senede bitirdim. Canımı dişime taktım, soluk soluğa, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden çalıştım bunu yapabilmek için.
Bebeğim olduktan sonra sandım ki herşey çok kolay olacak. Çok kısa bir süre içerisinde fark ettim ki, benim içimdeki kendini ifade etme ve kendi ayakları üzerinde durma çiçekleri solmamak için, hatta daha da çok açmak için çırpınıp duruyorlar. Bir yandan onları besleyeyim, bir yandan da kızımı derken, kendimi inanılmaz derecede yıpratıcı olan bir çıkmazda buldum. Hem sadece kızımla, evimle ilgileneyim istedim (çünkü daha fazlasına hemen cesaret edemedim, güç de bulamadım kendimde), hem de bunca zamandır büyüttüğüm çiçeklerimi soldurmaktan çok ama çok korktum.
Şimdi kızım neredeyse 2.5 yaşında. Ben kendimi ifade etmeme yardımcı olabilecek ne varsa ona saldırma halindeyim. Senelerce hiç üzerine gitmediğim ilgi alanlarımı ortaya çıkarıp, onları geliştireyim diye, bu yaştan sonra gece gündüz mesai yapıyorum. Çok yoruluyorum. Bedenen ve ruhen. Sürekli birşeyler için çabalamak mahvediyor beni. Tabii bir de kendi ayaklarım üzerinde durmamı sağlayacak doktora tezim var ki, ona daha sıra gelemedi bile. Bu kadar şeyin arasına onu nasıl sıkıştıracağımı düşünmekle meşgulüm şu an.
Peki neden bu kadar uğraşıyorum, neden bu kadar uğraşıyoruz hepimiz? Mutlu olmak için tabii ki. Günün sonunda "ben de bugün şunu yaptım" diyebilmek için, kendi kişiliğimizi koruyabilmek ama bir yandan da başka bir insanın büyümesine aracı olmak, hayat arkadaşlarımızla huzurlu bir hayatı paylaşabilmek için. Çünkü, ne yazık ki mi yoksa ne mutlu ki mi desem karar veremedim, yuvayı gerçekten de dişi kuş yapıyor ama bu kuş bir yandan da kendine ait bir hayatı da olsun istiyor.
Evli ama henüz anne olmamış o yüzden de "bir evin annesi" kategorisine koymadığım bir arkadaşım bana ben işimi gücümü bırakıp da kızıma bakmaya karar verdim diye "sen de başarılı mısın, hırslı mısın, anlamadım" demişti. Yani benim bunca emek verdiğim, hasbel kader başarılı da olduğum herşeyi silip bir evin annesi olmayı seçmemi anlamadığını ve benim bunca çabama, senelerce bu kadar çok çalışmama rağmen, sonunda başarısız olduğumu ima etmiş, "nereye gitti o senin meşhur hırsın" demeye getirmişti.
Ben ise arkadaşıma senelerce bu bulunduğum noktaya gelebilmek için o kadar çok çalıştığımı, kurduğum dengeyi koruyabilmek için hala aynı hırs ve istekle çalışmaya devam ettiğimi, benim için asıl başarının bu dengenin bozulmaması demek olduğunu söyleyemedim. Henüz anlamayacağını bildiğimden.
Umarım herkes kendi hayatında, kendi seçimlerinde, kendi kurduğu dengesinde mutlu olur. Bu mutluluğu elde etmek de sürdürmek de hiç kolay değil çünkü. Zaman zaman vazgeçmek, herşeyi bırakıp gitmek istiyor insan. O zaman da iş inşallah anlayışlı ve size destek çıkmaktan gocunmayan hayat arkadaşınıza düşüyor.
Wednesday, May 2, 2007
Bu da gelir bu da geçer
Oturdum bir ağacın altında
Buda gibi bağdaş kurdum
Kapattım gözlerimi
Açtım kalbimi
Bir uzadım
Bir kısaldım
Boşverdim dünya hallerini
Oturdum bir ağacın altında
Buda gibi bağdaş kurdum
Susturdum içimdeki bütün sesleri
Bir yerdeyim
Bir gökteyim
Boşverdim dünya hallerini
Bu da gelir
Bu da geçer
Bu da gelir
Bu da geçer
Artık ne para pul
Ne iş güç
Ne İstanbul ne Avrupa halleri
Trafik mrafikAşk meşk geç
Bunları geç
Hiç dert etme
Asıl güç kendi içinde
Her gün başka biçimde
Ne IMF ne ABD
Ne YTL
Ne A B C D E F
Bu da gelir
Bu da geçer
Bu da gelir
Bu da geçer
Friday, April 27, 2007
Tek başına cumartesi
Tuesday, April 24, 2007
Ben bu günün hiç gelmeyeceğini sanmıştım
Üzerimde hamile iken giye giye belini gevşettiğim için sürekli belimden düşen eşofmanım;
Balkondaki çamaşırları toplar;
Makinedekileri boşaltır;
Boşalttıklarımı asar;
Ve bir yandan da annemden öğrendiğim gibi teflon tavada pişirdiğim börek yanmasın diye mutfağa gidip gelirken;
Fark ettim ki;
Çok da uzun olmayan bir zaman öncesine kadar sadece annemin yapmakla yükümlü olduğuna inandığım, benim dünyamın dışında olan, kendime adeta yakıştıramadığım işlerle geçiyor günlerim.
Evet, kitap okuyorum, bulduğum her vakitte; kendi bloglarımı yazıyorum, başkalarının bloglarını takip ediyorum; bir tür terapi olduğunu fark ettim, örgü örmeyi öğrenmeye çalışıyorum; doktora tezimi yazma psikolojisine girmeye çalışıyorum...
Ama günümün çoğu yemek yaparak, ortalık toplayarak ve birşeyleri düzen içerisinde tutmaya çalışarak geçiyor, ya da bu işleri düşünerek.
Eskiden yemek yediği tabağı bile mutfağa götürmeyen ben, çorabının yerini bile annesine soran ben, 26 yaşına kadar suyunu annesinden istemiş olan ben.
Bugün işte öyle perişan bir halde evin içinde dört dönerken farkına vardım durumumun. Tuhafıma gitti. Halimden memnun olmadığımdan değil, benim seçimim bu, zaman zaman tereddütlerim olsa da asla pişman değilim. Ama galiba bir evin annesi olduğum gerçeği dank etti kafama. Sadece annelere özgü sanılan işlerin artık benim sorumluluğum olduğu gerçeği. Tuhaf işte. Artık çocuk değil de anne olmak, bir evin sorumluluğunu taşımak.
Galiba ben bu günün hiç gelmeyeceğini sanmıştım.
Friday, April 20, 2007
Kitap+evi
Eğer kitap okumayı siz de çok seviyorsanız;
Kitap okuduğunuz, kitaplarınızı aldığınız yerler sizin için de çok önemliyse;
İstanbul'da ikamet ediyorsanız;
Bebek Yokuşu'nun Bebek başındaki Kitap+evi'ne gidin, içi kitap dolu o kocaman köşkü uzun uzun gezin, aldığınız kitaplara kitapevinin cennet bahçesindeki kafede göz atın ağır ağır.
Ve tüm bunları yaparken, hayatının kitapevini bulduğu için hayatının aşkını bulmuş kadar mutlu olan beni düşünün, oraya her gidişinde en fazla yarım saat kalabilen ve henüz kafesinde oturma zevkini tadamamış beni.
Annenin Günlüğü
Ama her ne kadar kendimi artık birincil olarak "Nazlı'nın annesi Nihan" olarak tanımlasam da benim de Nazlı'dan bağımsız (tabii mümkün olduğu kadarıyla) ve kendime ait bir hayatım ve de bu hayata dair paylaşmak istediklerim var. Bunları "Annelik Günlüğü"nde yazmak istemediğimden ben de kendime yeni bir blog açtım, adını da "Annenin Günlüğü" koydum.
Zamanım el verdikçe, aklıma takılanları, paylaşmak istediklerimi buraya yazacağım. Nazlı'nın serüveni ise öteki blogda devam edecek.